Benim için hissiyatı ve kıymeti yüksek bu toplantıda, konuşmaya başlamadan önce, hepinizi Allah’ın selâmıyla selâmlıyorum.
Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Hanımefendi, değerli misafirler,
Bundan 1412 yıl önce kıyamete kadar insanlığın yolunu aydınlatacak olan Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyetleri inmeye başlamıştır. Bu, aynı zamanda insanlığın idrak edeceği en yüksek medeniyetin, KUR’ÂN MEDENİYETİ’nin de başlangıç tarihi olacaktır. Hâtemü’l-enbiya Efendimiz(s.a.v) 23 yıl boyunca âyet âyet ,sûre sûre inen vahyin ezberlenmesi ve yazılması hususunda ihtimam göstermiştir. Sayıları kırka varan kâtipler gelen vahyi papirüs, deri, düz kemikler, kumaş gibi malzemeler üzerine yazıyorlardı.
Hz. Peygamberin vefatından altı ay sonra Yemâme savaşında çok sayıda hafız sahabe şehit olmuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer’in teşviki ve ısrarıyla halife Hz. Ebubekir (r.a.) o zamana kadar dağınık halde olan Kur’an yazılı sayfaların bir araya getirilmesini emretti. Vahiy kâtiplerinden ve hafız olan Zeyd b. Sabit Hz.lerinin başkanlığında teşekkül eden heyetin titiz çalışmaları neticesinde dağınık sayfalar iki kapak arasında bir araya getirildi ve buna MUSHAF adı verildi. Bu Mushaf Hz. Ömer’e, ondan kızı Hz. Hafsa’ya ondan da Hz. Osman’a (r.a.) intikal etmiştir. Hz. Osman (r.a.) da bu mushaf’tan altı nüsha istinsah ettirerek Mekke, Basra, Şam, Kûfe gibi merkezlere göndermiştir. Daha sonraki zamanlarda Mushaflar Hz. Osman Mushaflarından istinsah edilerek çoğaltılmıştır. Ancak yazı hüsn-i hat hüviyeti kazanabilmek için 6 asır sonra gelecek olan Yakut Musta’simî’yi beklemesi gerekiyordu.
Değerli Misafirler!
İslâm dini gelişip yayıldıkça Müslümanlar farklı medeniyetleri tanımış ve İslâm öncesi kültür mirasından etkilenmiştir. Bu etkilenme kendi özüne has değerlerinden vazgeçerek değil, bulduğu malzemeyi kendi hamulesinde yoğurduktan sonra bünyesine alma şeklinde gerçekleşmiştir. Mimarî, musikî ve diğer sanat dalları her ne kadar İslâm markası taşıyor olsa da, farklı medeniyetlerden etkilendiği inkâr edilemez. Bunlar ancak hat sanatı, asırlar boyu bu çerçevenin dışında kalmıştır. Çünkü o, İslâmiyet’in girdiği ve yayıldığı kavimlerin kültür mirası içinde, benzeri bulunmayan ve benliğini koruyan tek sanatımızdır.
Asırlar boyunca İslâm ülkelerinde ortaya çıkan semboller dikkatle incelendiğinde, nereye gidilirse gidilsin İslâm’ın varlığını gösteren iki temel nişâne vardır ki bunlardan biri, Ezân-ı Muhammedî diğeri ise hat sanatıdır. Her ne kadar millî ve mahallî unsurlarla harmanlanmış olsa bile, bu iki nişâne öz be öz İslâm medeniyetini temsil eder.
Muhteşem ve yüksek bir medeniyete tercüman olan hat sanatının gelişme ve olgunlaşmasında şüphesiz istîdat ve kabiliyetlerin rolü büyüktür. Ancak o kabiliyetli ellerin tuttuğu kaleme, tıpkı Mûsa’nın asâsı gibi can veren feyiz kaynağının Kur’ân ve Peygamberimizin teşvik ve tavsiyeleri olduğu muhakkaktır.
Bütün Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’i nasıl aynı şekilde okuyorsa, O’nu yine aynı şekilde yazmak için de hüsn-i hattı kullanmıştır. Bu bakımdan HAT SANATI üslup ve şekilleri farklı olsa da Müslümanları diğer toplumlardan ayıran ortak bir medeniyet ürünüdür.
Fetihlerle yayılıp gelişen İslâm medeniyetinde bu sanatımız, birkaç kıtayı dolaştıktan sonra Osmanlı’nın yükselme dönemlerinde, bilhassa İkinci Bâyezid döneminde İstanbul’da Amasyalı Şeyh Hamdullah’ın himmetleriyle yepyeni bir şîve kazanmıştır.
Bugün medeniyetimizde bir Sinan Süleymâniyesi, bir Fuzûlî dîvânı, bir Mevlâna Mesnevîsi, bir Dede Efendi bestesi ne ise, bir Hafız Osman Mushafı da böyledir. Sanat dünyasının mukaddes âbideleri olan bu eserler, yalnız Müslümanlar için değil her medenî ülke ve kültür havzalarının da göğsünü kabartacak kıymetli eserlerdir.
Kıymetli Misafirler ! Geçmişin ruhaniyeti, huzuru, eskilerin bedîî zevkleri ve heyecanları, gelecek nesillerin zevk-i selimine işte bu eserler sâyesinde aktarılacaktır.
Herhangi bir yazıya veya yazılı herhangi bir şeye hürmet etmek, ayak altında çiğnememek, çöpe atmamak, uygun olmayan işlerde kullanmamak dînimizin emirleri ve yasakları arasındadır. Her tür yazı için bu böyledir. Ancak yazıların muhtevasına göre bu emir ve yasaklar derece derece artarak harama, hatta küfre kadar gidebilir. Çünkü bir esere yapılan saygısızlık, sahibine yapılmış sayılır. Onun için sâlih Müslümanlar yazılara, yazılmış şeylere, hatta mürekkebe, kâğıda, kaleme, kalem yongalarına karşı bile saygısızlığı dinî edebe aykırı bulmuşlardır.
Hattatlar açtıkları kalemlerin yongalarını çöpe atmaz biriktirirlerdi. Öldükleri zaman gasledilecekleri suyu ısıtmak için yakılan ocakta o yongaların da kullanılması âdettendi. Her ne kadar bugün modern gasilhâneler mevcut ise de hamdolsun biz bu geleneği devam ettiriyoruz.
Sayın Cumhurbaşkanım, Hanımefendi, Değerli misafirler,
Hat sanatı ve onun mütemmim cüzlerinden sayabileceğimiz tezhib, cilt gibi sanatların en nâdîde örneklerini hiç şüphe yok ki Mushaf-ı Şeriflerde görürüz. Tarihte İslâm ülkelerini yöneten emirler, şahlar, padişahlar ümmetin hâmîsi ve hâdimi olduklarını, yazdırdıkları Mushaf’ın büyüklüğü, hattının güzelliği, tezyinatının ağırlığı ve cildinin nefasetiyle göstermek istemişlerdir.
Malumunuz olduğu üzere on bir ayın sultanı Ramazan ayında ve bin aydan hayırlı mübarek Kadir Gecesi’nin gündüzünde, inşallah itmamına yakın zamanda muvaffak olacağımız, “İSTANBUL MUSHAFI”nı kamu oyuna duyurmak üzere Sayın Cumhurbaşkanımızın huzuruyla burada toplanmış bulunuyoruz.
Sayısı binlerle ifade edilecek adette farklı yazılmış Mushaf örnekleri varken, yeniden bir Mushaf yazmaya niçin ihtiyaç duyuldu?
2002 yılında bir taleb üzerine âyet ber-kenar tertibiyle bir Mushaf yazmak nasip olmuştu. Sanırım bir kısmınız haberdarsınız. Ancak yıllarca yazmayı hayal ettiğim başka özellikte bir Mushaf vardı. Lâkin imkânlar elvermediği için bir türlü gerçekleştiremedim. Yüreğimdeki bu ateş yıllar geçtikçe küllenmeye yüz tutmuştu. 2015 yılına geldiğimizde Sayın Cumhurbaşkanımız hattatlarla bir toplantı yaptılar. Yeni bir Mushaf yazdırma arzusunda olduklarını beyan buyurdular. Yüreğimdeki o ateş yeniden harlandı. Fakat böyle bir projenin kabul görüp görmeyeceğinden doğrusu emin değildim. Projeyi kendilerine sunduğum zaman bitiş tarihi dışında hiçbir şey sormadan kabul ettiler ve himayelerine aldılar. Zât-ı devletlerine minnettarım.
Kıymetli misafirler
İstanbul Mushafı’nın özelliği, İslâm tarihi boyunca bir benzerinin bulunmamasıdır. Asr-ı Saadet’ten günümüze, bütün İslâm tarihi boyunca ve bütün İslâm coğrafyasında, çeşitli dönemlere ait en nâdîde Mushaflardan, yazma eserlerden, mimari tezyinattan istifade edilerek 10 dönem 10 ciltten oluşan bu Mushafa İstanbul Mushafı adı verildi. Bu Mushafın Mushaf Sanatları Güldestesi olduğunu ümit ederiz.
Kâğıdından boyasına, hattından tezhibine, cildinden tıpkı basımına kadar, tamamı kendi bünyemizde İstanbul Nakkaşhanesi’nde vücut buldu. On sekizinci yüzyıldan bu yana terkedilen nakkaşhâne geleneği de bir bakıma bu vesileyle ihya edilmiş oldu. Aslında siz bütün bu olup bitenlere, o elleri öpülesi pâk ecdâdın kanatlarıyla uçmak diyebilirsiniz.
Kıymetli hâzirun ! İstanbul Mushafının kâğıdını yaparken Mekke’den, Medine’den, Kudüsten, Buhara’dan, Semerkant’tan, Kosova’da Meşhed-i Hüdâvendigârdan, Ahmet Yesevî’den, Şâh-ı Nakşibent’ten, İmam-ı Rabbânî’den hasılı ümmetin hürmet ettiği muhtelif mukaddes makamlardan ağaç dalları , gül dalları getirttik. Kabuklarını soyup dövdükten sonra bu kâğıdın hamuruna karıştırdık. Hepsi BİR oldu ve İstanbul Mushafına kâğıt oldu. O anda derun-i kalbimden şöyle niyaz ettim: “Ya Rabbi bizim gücümüz ancak buna yetiyor, nolur sen tesbih taneleri gibi savrulmuş bu ümmeti Kur’ânın potasında bir araya getir de” bir olalım, iri olalım, diri olalım”
Sayın Cumhurbaşkanım, Hanımefendi, değerli misafirler
Bu mütevazı çalışmanın Kur’an Medeniyetinin yaklaşık iki yüz yıldır kilitli kapılarını açmaya bir vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan şu mübarek ayda ve şu mübarek demde can u gönülden niyaz ediyorum…